29 Temmuz 2012 Pazar

Sürat hızında rezillik


Böyle lakayt ve sorumsuz bir kargo şirketi daha göremem sanırım.

04.04.2012 tarihinde Bomonti Şubesine ulaşan "içeriği gıda olan" kargom için sabahtan şubeyi aradım. İçinde bozulacak gıda maddeleri olduğunu ve teslimatının gecikip gecikmeyeceğini sorduğumda dağıtımda olduğu bilgisini aldım. Akşamüstü çıkmam gerektiğini ve bu bilgiyi kuryeye bildirmelerini rica ettim. En geç saat 15.00 - 16.00 gibi teslim edileceği, akşamüstüne kalmayacağı söylendi. Evden çıkmayarak beklememe rağmen gelen giden olmadı. Tekrar aradığımda "geldik, bulamadık" şeklinde bir yanıt aldım. Fakat kurallara göre geldikleri zaman not bırakmaları gerekiyorken herhangi bir not yoktu. 

İçinde bozulacak maddeler olduğunu ve acil teslim edilmesi gerektiğini söylediğimde Feriköy'e geçtiklerini
ve dönemeyeceklerini belirttiler (Feriköy, oturduğum caddenin bir paralelinde) Kurye ile yaptığım görüşme kendisinin lakayt tavırlarıyla devam etti. Ücreti göndericiden adrese teslim olarak tahsil  edilen kargoyu şubeden gidip almam istendi. Ya da bir sonraki gün teslim edebileceklerini söylediler. İçinde bozulacak 
maddeler olduğunu, bir sonraki gün teslim edilemeyeceğini yinelediğimde tersleyerek "o zaman biz de geri göndeririz" şeklinde bir cümleyle karşılaştım. Şikayetçi olacağımı söylediğimde ise "edersen et." tavrıyla..

Daha sonra bir sonuç alırım umuduyla İstanbul Genel Müdürlüğünü aradım. Uzun süre telefonda bekletildim. Şikayetimi belirttiğimdeyse teslimatı sağlayacaklarını, telefonla dönüş yapacaklarını söylediler.

Ne teslimat gerçekleşti ne de dönüş yaptılar.

Saat 18.00 a kadar bekleyip tekrar aradığımda Bomonti şubesi de genel müdürlük de telefonlarına yanıt vermedi.Kargo kolisinin içersindeki gıda maddeleri muhtemelen şu ana kadar bozulmuştur. Bu mağduriyetim nasıl giderilecek, hiç bir fikrim yok. Kargonun ne zaman teslim edileceğini de dönüş yapıp belirtme zahmetinde bile bulunmadılar.

En azından kaale alıp çözüm önerebilirlerdi.
Ve bu Sürat Kargo ile yaşadığım ilk sorun değil maalesef. Teslim edilmeyen kargonun sistemlerinde teslim edilmiş olarak görülmesi, kapıya "şubeden teslim alın" diye not bırakıp şubeye gittiğimde iade süresi 
dolmadan geri gönderip çift kargo ücreti almaları gibi sorunlar da daha önceki yaşadığım sorunlar.

Ve hala da müşteri  temsilcilerine ulaşamıyorum.

13 Nisan 2012 Cuma

Sosyal ortamlarda yer almak ayrı bir "zanaat"..





Hayatımız boyunca içinde bulunmak istediğimiz ya da istemediğimiz bir çok ortamda yer alabiliyoruz. Kimine zorunlu olarak katılmak durumunda kalıyoruz, kiminde de sosyalleşmek adına kendi hür irademizle bulunuyoruz.




Çoğu insanın "arkadaş grubu" olarak adlandırdığı, sabit kişilerden oluşan bir ortamı vardır. 
Fakat bu sabitleşme epey bir zaman alır. İlk başta iki ya da üç kişi başlayıp zamanla çoğalma gerçekleşir. Bu çoğalma asla kolay olmaz elbette. 
Grubun as üyeleri adeta bir gizli anlaşma yapmış gibi "yeni biri" ni kabul ederken ortak bir fikirde birleşmek durumundadırlar.
Tabii bu gruplara sadece, grupta yer alan bir arkadaşınız referansıyla girebilirsiniz. Başka türlü giriş yoktur. Bununla da bitmez.. 
Ortamda en sevilen, en sayılan, en sözü geçen bir "ortam ağası" vardır mutlaka. Kendinizi ona kabullendirip sevdirmek zorundasınız. Yoksa işiniz yaş.. 
Ortama girip giremeyeceğiniz, ilk günden belli olur. Bütün sözcükleriniz, bütün davranışlarınız bir bir teste tabi tutulur. Kişiler iç sesleriyle sizi onaylarlar ya da onaylamazlar. Onaylandığınız takdirde sizi o ortama götüren
arkadaşınızın koltukları kabarır. Onaylanmazsanız ezilip büzülür, hatta "bir daha getirme" uyarısını alabilir. 
Kabullenildiğinizi bir sonraki buluşmaya bir şekilde davet edilmenizle anlarsınız. Ya da gruba mensup kişiler iletişim bilgilerinize sahip olmak ister.


Ve tebrikler! ilk aşamayı böylece atlatmışsınızdır. Sonrasında birlikte vakit geçirmeye başlarsınız. "Yeni" olduğunuz için pek sık fikir beyan etmez, sessizce "yapılmak istenen" e uyarsınız. Beş kişi bile olsanız, diğer dört kişinin zevkine uymak zorundasınızdır. Farklı bir isteğinizin olması, sizin uyumsuz olduğunuzu gösterir. Yani çoğunluk fast food yemek istiyorsa, sizin yemek istediğiniz kebap ya da lahmacun aykırılıktan başka bir şey değildir. Lahmacun yeme isteğinizi içinize atmazsanız, eksi puan hanenize yazılır. 


Bu evreyi de atlattıktan sonra, sıradaki evre grup içindeki herhangi bir tartışmada nasıl bir davranış şekli sergilediğinizdir. Hiç alakanız olmadığı halde, taraf olmak durumunda kalırsınız. Fakat taraf olacağınız
kişiyi iyi seçmelisiniz. Kendinizce haklı gördüğünüzden yana değil, daha çok sevilenden, sözü daha çok geçenden yana olmanız gerekir. Yoksa ikinci eksiyi de hanenize yazdırmış olursunuz. Ve her zaman olduğu gibi eksiler artılardan daha çok dikkat çeker..
Tartışan kişilerden birisi gruptan dışlanır ve şu ana kadar esamesi okunmayan, göz yumulan tüm hataları bir bir ortaya serilir. Gruptan dışlanan kişiyi siz de hayatınızdan dışlamak zorundasınızdır. Yoksa "ikili oynuyor" olabilirsiniz.


Tüm bunları alnınızın akıyla atlattıktan sonra artık "kabul görmüş kişi" ünvanına sahipsinizdir. Ortamda yer almayan, hayatınızda yer alan başka birini yanınızda götürme hakkını elde etmişsinizdir. Fakat bu, başlı başına başka bir sorundur. Erkek/Kız arkadaşınızı, yakın arkadaşınızı ya da yanında olmasını istediğiniz bir arkadaşınızı götürdüğünüzde bu kez "referans" olan sizsinizdir ve kişinin bütün davranışlarından, cümlelerinden, tavrından siz sorumlusunuzdur. Kişi kabullenilmezse, siz de yarı dışlanmış
ve bununla birlikte iki arada bir derede kalmış durumdasınızdır. Bu evreden sonra sizi bir tercih bekler. İşin en zor kısmı da budur. Ne ilginçtir ki böylelikle tarafa göre değişen olumlu ve olumsuz düşünceler oluşur hakkınızda. Bir taraf için "sadık" öteki taraf için de "ihanet etmiş".. 




Arkadaş ortamının bir alt kategorisinde, kişi sayısı 5o ve üzerinde olan, keyfine göre herkese açık ortamlar yer alır.
Bu ortamlar genelde ortak bir paydada, ortak bir hobide, meslekte ya da 
düşüncede birleşmiş, genellikle öncesinde sanal platformlar üzerinden iletişim halinde olan insanlardan oluşur. Bu büyük ortamlara girebilmek gayet kolaydır. Elinizi kolunuzu sallamak suretiyle girebilirsiniz. Fakat iç yapısına baktığımızda kendisini fikren, ilmen, zihnen yakın hisseden kişilerden oluşmuş "kapalı" olarak tabir edebileceğimiz küçük grupçuklar gözlemleriz. Zor olan grupçuklarda yer alabilmektir.


Kıyasıya bir rekabete sıkça rast gelebileceğimiz bu tür topluluklarda, ortak payda sadece zevkler olduğundan arkadaş gruplarında olduğu gibi "sevgi" pek de söz konusu değildir. Çoğu kişi birbirini sevmez. Sadece seviyormuş gibi yapar. 
"Hesapta saygı" esastır. Bu yüzden bir çok insanın yüzünde maskeleri vardır ve ortam içinde bulunduklarında asla o maskeyi çıkarmazlar.
Hele grup yöneticisi konumunda olan kişi ya da kişilere çeşitli taktiklerle yanaşıp, üstüne üç beş ölçek yalakalık, bir tutam iltifat  eklediğinizde, istediğiniz düdüğü çalıp, dilediğiniz havada oynayabilirsiniz.
Bu toplulukların olmazsa olmazı "dedikodu" dur. Yeni girmiş olsanız bile insanların birbiri hakkında konuştuğuna kulak misafiri olmak zorunda kalırsınız. Her ne kadar dışında kalmak isteseniz de zorla içine çekilirsiniz. Murathan Mungan'ın ifadesiyle: "Ya dışındasındır çemberin, ya da içinde yer alacaksın..




Bir alt kategoride ise Bunun geçici olarak yer almak durumunda kaldığınız daha da büyük ortamlar yer alır. 
Kalıcılığınız geçici olduğundan endişeye gerek yoktur. Fakat kaldığınız süre boyunca herkesle bir şekilde iletişim halinde olmak durumundasınızdır.
Baştan aşağı süzülürsünüz . Kıyafetiniz, ayakkabınız, kullandığınız telefonun modeli, saçınızın rengi, kilonuz, boyunuz ayrı ayrı irdelenir ve incelenir. Hakkınızda çeşitli fısıldamaları fark edip, duymazdan gelirsiniz ki benim gibi bünyeler için en zor olanı da budur. Kısa süreli toplanmalar olduğundan tepkilerinizi içinizde tutabilirsiniz. Nasıl olsa o insanları bir daha görmek zorunda değilsinizdir.




Ve son kategoride de içinde bulunulan süre esnasında bana göre en tehlikeli ortamlar olan "Eski dostlar (!)" ile bir araya gelinen toplaşmalardır. 
Bunlar yılda alemde bir gerçekleşir. Genelde lisenin pilav günü, mezunlar buluşması olarak adlandırılsa da düpedüz "işte intikam anı" dır. Her türlü laf sokma, minimum iltifat, maksimum sataşmanın yer aldığı, haset, rekabet, küçük düşürmeye çalışma hareketlerinin had safhada bulunduğu ortamlardır. Zaten insanlar gerçekten sevdiği ve vakit geçirmekten zevk aldığı kişilerle yıllar geçse de üstünden bir şekilde iletişim halindedirler.
Bu ortamlarda yer alan bireylerle sadece yılda bir görüştüklerine göre vardır bir hikmet. 
Herkesin yüzünde "eee ne başardın bakalım?" ifadesi mevcuttur. 


Yıllar önce okul sıralarında kombine bir yaşam sürerken istemeden birinin size uyuz olmasını sağlamışsınızdır. Ya sınavda kopya vermemiş, ya kendisinden daha yüksek not almış, ya sınıf başkanı olmuş,  ya okul korosuna seçilmiş, ya da beden eğitimi dersinde daha iyi çift takla atmış olabilirsiniz. Bunların hepsi birer  "uyuz olma" sebebidir. Ve aradan uzun zaman da geçse "uyuz olunan unutur, uyuz olan unutmaz!". 


"Ne başardın?" diyen gözlerin dışında bir de soran sözler mevcuttur. Bu diyolaglar genelde "iltifatlı hakaret" olarak gelişir: 


- Eeee sen çok iyiydin okulda, iyi bir şey olmanı beklerdik.. 
- Ne gibi iyi? (İç ses: Kaç kişiyle beklerdiniz ki? Kaç kişinin umudunu yıktım bilmeden?)
- Doktor, avukat gibi falan..
- Yaa evet, olamadım.. (İç ses: Olmak istedim mi ki? Beklerken bana sordunuz mu acaba? Doktorluk ya da avukatlık bana göre iyi bir şey mi?)
- Hııı..
- Eee sen ne işle uğraşıyorsun peki? (İç ses: Benim senden şahsen bir beklentim yoktu ama, laf olsun diye sorayım)
- Kendi işimi yapıyorum ben.. Evlenmedin mi peki (İç ses: Ailem bastı parayı bana iş kurdu. Bari paralı bir koca bulaydın!)
- Yok..(İç ses: Offf offf sizin kafanıza ulaşmak için ne yapmam lazım, öğrenemedim ki.. İstesem de yapamam ki.)




Bütün bunların sonucu olarak, sosyal ortamlarda yer almak ayrı bir zanaattır diyebilir miyim? Evet, diyebilirim bence..


Hani soruyoruz ya gitgide neden bu kadar yalnızlaşıyoruz, neden asosyal bir toplum olma yolunda ilerliyoruz diye. Belki de bu sebeplerdendir. 


En iyisi biz yalnız kalmaya devam edelim. Belki mutsuz oluruz, üzgün oluruz ama en azından kendimiz olabiliriz. İç sesimizle konuşuruz, dış sesimizle değil..



Ve bütün bunların içinde yatan, "sevilme, toplumda kabullenilme isteği" sadece. Karşıdan gayet masum bir istek gibi dursa da bazen çok kolay, bazen de en zoru.



Eğer ki yanında iç sesinizle çekinmeden konuştuğunuz "biri" varsa sıkı sıkı tutup bırakmamalı hiç..


Eğer "birileri" varsa da kendini dünyanın en mutlusu saymalı insan...



10 Nisan 2012 Salı

Düşünüyorum, öyleyse aklımı her an kaçırabilirim...




Hayatın bana zorla kabullendirdiği nadir şeylerden biridir; 


"Düşünmeyen insanlar, düşünenlerden çok daha daha mutludur.


Descartes'e ait, fakat kendimizinmiş gibi benimseyip bağrımıza bastığımız, bilmeyeni şaşkınlıkla beraber aşırı bir şiddetle kınadığımız, hatta sürekli değiştirdiğimiz, felsefenin gelmiş geçmiş en önemli cümlesi koşuyor imdadıma:


"Düşünüyorum, öyleyse varım!"


Bu zamana kadar bir çok biçimde değiştirilmiş olan "varım!" kelimesi yerine koyabileceğim şeyler, hiç düşünmeden geliyor aklıma.


"Düşünüyorum, öyleyse mutsuzum!"
"Düşünüyorum, öyleyse çok yakında manik depresif olurum."
"Düşünüyorum, öyleyse aklımı her an kaçırabilirim.."


-Şu düşüncelerimin geçtiği yerde bir şalter olsa da indirsem- diye de düşünüyorum bazen. 
Yine düşünüyor oluyorum.
Ben bunca düşünüp dururken, hiç düşünmeyenlerin olduğunu düşünüyorum.


Hayat bu.. 
Birileri düşünecek ki, birileri düşünmesin. Hatta birileri de düşünmeyen diğerlerinin yerine düşünecek.
Ve bu düşünenlerle düşünmeyenler, aynı yolun yakın sokaklarında kesişecekler her zaman olduğu gibi..


Geçmişte, kurmuş olduğum "salak insan mutlu insandır" cümlesi "mutluysan mutlaka salaksındır" anlamında algılanınca, açıklamak için bir hayli debelenmiştim. Bu yüzden yanlış algılanmaya mahal verecek tarzda bir şeyler yazmak istemiyorum yine. Evet, "salak" yanlış bir tabirdi. Ama başka tabir de gelmiyordu aklıma. 


Kimdir peki bu haklarında salak tabirini kullanıp, mutlu olduklarını iddia ettiğim, ve gerçekten "keşke onlar gibi olabilsem" dediğim insanlar?


Pasif ve mutlu insan modeli olarak söz etmek istiyorum kendilerinden..


Peki bu insanların belirgin özellikleri nelerdir?


Genellikle karşıdan izlerler. Yakın çevrelerinde olan biten herşeyi, hatta burunlarının dibinde olanları bile. Öyle güzel izlerler ki, bir külah çiğdem ısmarlayıp çitlesin diye ellerine tutuşturasınız gelir. Yorum da yapmazlar zaten. Bir şey sorduğunuz zaman yüzlerinde "banane" ifadesi mevcuttur. Ya da dudaklarıyla "bilmiyorum" ifadesi vermeye tenezzül eder bazıları.


Bir sorun olduğunda çözebilmek için hiç uğraşmazlar. Zira "kader" diye herşeyin ötesinde bir şey vardır onlar için. Değiştirmeye kimsenin gücü yetmez. Durup geçmesini beklerler. Kafa yormazlar öyle ne yapsam ne etsem diye.


Etraflarında olanları fark etmezler. İnsanları tanımaya uğraşmazlar da ayrıca. Her türlü yalana inanma konusunda müsait bir bünyeleri vardır. Bu yüzden kazıkçılar ve dolandırıcılar için biçilmiş kaftandır kendileri. 


Ne arkasından konuşanı hissederler ne de olumsuz düşünceleri. Herkese kayıtsız şartsız güvenirler.


O kadar uyumludurlar ki, kendi istekleri yok sanırsınız. Özellikle "hadi gidelim.", "hadi yapalım" cıların arasında sadece "olur, tamam, peki" kelimerini kullanma rolünü üstlenen kişilerdir.


Genelde tepkisizdirler. Yakın çevrenizde bu tip insanlardan varsa eğer omuzlarından tutup "tepki versene be adam/be kadın!" diye sarsma isteğine yol açar bünyenizde.


Elindekilerle yetinmeyi bilirler. Çünkü onlarla yaşayabiliyorlardır. Daha fazlasına ihtiyaçları yoktur. "Daha ne olsun?" dur. "Çok şükür.." dür. 


Bir şeyler yapmaları gerektiğinde yaparlar elbette. Ama  "olduğu kadar..." dır, "ellerinden gelen budur." Daha iyisi olsun diye kasıp uğraşmazlar öyle. Harap etmezler kendilerini.


"Bana dokunmayan yılan, kime dokunursa dokunsun" dur. Umurlarında değildir. Zaten yılan da kendilerine dokunmak için uğraşmaya falan da gerek duymaz.


Haksızlığa tahammül konusunda acayip bir dayanıklılığa sahiptirler. Kendilerine yapılan haksızlığa tahammül edebildiklerini düşünürsek, başkalarına yapılanlar onları hiç ilgilendirmez bile.


Ve düşünmezler.. Benim gibi, benim gibi olan diğerleri gibi düşünmezler. Bu yüzden her şey süt limandır hep hayatlarında. Daha mutlu olmak için huzurlarından vazgeçmezler.


Hayatlarını değiştirmeye kalkmazlar hiç bir zaman..


Sırada, bankada, trafikte, hava alanında, otobüste, yaya geçidinde, yolda hatta umumi tuvalette tartışmazlar kimseyle. Haksızlığa uğradıklarında en fazla "cıks, cıks.." der geçerler.


Olumsuzlukları görüp müdahele etmeye kalkmadıkları için hiç üzmezler kendilerini. Boşu boşuna strese girip çıkmazlar..


Ne güzeldirler, ne mutludurlar bu insanlar...


Benim gibiler için de "Bünye nakli" ya da "hazmetme iksiri" icad edilmeli bence. Kendime acilen böyle bir bünye naklettirip, ardından bolca hazmetme iksirinden de içmem lazım.. 


Çünkü;
Düşünüyorum..
Öyleyse her an aklımı kaçırabilirim...

1 Nisan 2012 Pazar

Yeditepe Üniversitesi Sosyal Medya Zirvesi İzlenimlerim




30 Mart 2012 Cuma günü Yeditepe Üniversitesinde gerçekleşen Sosyal Medya Zirvesine katıldık. 


http://www.facebook.com/events/237975409615263/


Şişli'den yola çıktığımız için ulaşımımız biraz sorunlu olsa da rötarlı bir şekilde ulaştık rektörlük binasına.


İlk konuşmacıları kaçırdığımız için sosyalmedya.co sitesinin kurucusu Fatih Güner ile başladı izlenimlerimiz.


Fakat şaşırdığımız bir şey vardı. Katılım sayısı çok azdı. Bu kadar verimli olacağını düşündüğümüz bir zirvede neden bu kadar az kişi vardı acaba? Biz geç kaldık diye üzülürken hiç kimse neler kaçırdığının farkında değildi sanırım. Ya da biz çok fazla farkındaydık neler kaçırmamamız gerektiğinin.


İlk bölümün tadı damağımızda kaldı böylelikle.


İkinci bölüm ise sayın Aykut Arıkan'ın moderatörlüğünde başladı. Bana göre en verimli geçen bölüm buydu.


4129'dan Ali Gür Acar hızlı konuşmasına rağmen, videolarla vermek istediği mesajı verdi. Ercüment Büyükşener ve Can Sungur'u ise "daha öğrenecek çok şeyimiz var" diyerek dinledik. Facebook ve Twitter'in bildiklerimiz dışında daha çok bilmediğimiz şeye kadir olduğu bütün bu konuşmaların ana fikriydi bence.


Daha sonra Rabarba'dan Fırat Ertem'i beklerken, hazırlıksız yakalandığını düşündüğüm Berivan Hanım'ın sunumuyla devam ettik. Yaptıklarını zaten beğenirken bu sunumla daha çok beğenir olduk ve daha sık takip edilesi olduklarını düşündük.


Sona kalanın dona kalması mantığıyla, süre yetersizliği nedeniyle konuşması yarıda kesilse de Demir Çilingir de kendisine verilen sürede anlatabileceği en iyi şekilde anlattı herşeyi bizlere. Aklımızın bir köşesinde daima duracaklar listesinde yerini aldı cümleleri.




Öğle yemeği arasına çıktığımızda yiyecek hiç bir şeyin kalmadığını fark ederek, aç olarak güne devam ettik.


Açlıktan daha çok rahatsız eden başka bir şey vardı aslında..


Sabahtan zahmet edip gelmeyen, birşeyler öğrenme, bilgi edinme niyeti olmayıp sadece Okan Bayülgen'i görmek amacıyla, -dinlemek için gelenleri tenzih ediyorum- orada izdiham yaratıp, saygısızca 
önceden orada olanların eşyalarını yere atarak, yerlerini "kaparak" ortalığı karıştıran kişiler. Ki bir kaç kavga da çıktı. 


Duygularımı bu tweet ile dile getirmeye çalıştım ben de o esnada.


 @Arzumsu #7tepeSLM sadece Okan Bayülgen i "görmek" amacıyla öğleden sonra doluşanlar gerçekten "öğrenmek" için sabahtan gelenlerin keyfini kaçırdılar.


Katılım sayısının 1200 kişiye ulaştığı esnada Lösev'in sunumu başladı. Zaman çok doğruydu belki ama bunu oflayıp puflayarak izleyenlerin olması, rahatsız ediciydi. Umarım istemeyerek de izleseler, birilerinin aklında birşeyler kalmıştır.


Böylelikle zaman dilimi de uzamıştı.


Ve Okan Bayülgen 1 saatlik bir gecikmeyle sahnedeki yerini aldı ve soru-cevap şeklindeki söyleşisine başladı..


"Stand up" -ya da adına her ne denirse- veya eğlence beklentilerini bulamayan bir çok kişinin, söyleşi esnasında salonu teker teker ya da grup halinde terk etmeleri saygısızlığını da izledik bu bölümde.
(*Dipçik Notu: Bu bana göre saygısızlıktır, böyle düşünmeyenlerin saygı anlayışına da saygı duyarım.) 


Okan Bayülgen'in söylediklerinin çoğu kısmı her zamanki gibi çok mantıklı ve bize göre verimliydi. Tabii ki gelen sorulardan dolayı "konu dışına" çıkması için de bayağı uğraşıldı.


Rektörlük binasında sigara içmesinin yarattığı sansasyondan sonra, ortalık zor toparlanacak gibi gözüküyordu. Fakat "eğlence beklentisi olan kalabalık" söyleşiden sonra tamamen dağılınca duruldu.




Akademisyen oturumu başlamadan önce daha önce bir çok sahnede bütün ihtişamıyla yer alan gökkuşağı şemsiyemiz buradan da eksik kalmasın diye düşündük.






Peki bu şemsiye nedir? Anlamı nedir diye merak edenler ise aşağıdaki linki inceleyebilirler.


http://www.facebook.com/groups/delidoluizmir






Dogo'nun temalı yastıklarına ise hayran kaldık. Bizim de olsa keşke hayallerini kurduk. Bulursak satın almayı düşünüyoruz :)




En son blogger oturumundan da kulağımıza küpe olacak bilgileri edindikten sonra yorgun, aç ama bir çok şey öğrenmenin huzuruyla Yeditepe Üniversitesinden ayrılmak üzere salondan dışarıya çıktık.




Katılımın sertifikalı olduğu belirtilmesine rağmen, bizlere sertifika verilmedi. Sorduğumuzda ise; 


"girişte isminizi yazdırırken belirtmeniz gerekiyordu, her ara verildiğinde isim yazdırmalıydınız." söylemiyle karşılaştık.


Sayın görevli arkadaşlar; 


Biz bunu bilemeyiz, keşke sizler girerken bunu belirtme zahmetinde bulunsaydınız.


Neyse, bu çok da önemli değildi. Bir deyişle "önemli olan katılmaktı." Ama yine de bilgi verilmesi gerekiyordu.


Gerginlik yaratmamak adına sesimizi çıkarmayıp, ortamı terk ettik :)




Sonuç olarak;


Elimin yazdığınca kısa bir şekilde izlenimlerimi, bana kattıklarını, rahatsızlıklarımı anlatmak istedim Sosyal Medya Zirvesinden aklımda kalan. Belki rahatsızlıkların daha çok üstüne basmış olabilirim, ama bunun çok önemli bir sebebi var. 


Biz İzmir'den İstanbul'a Ocak ayı itibariyle gelmiş kişileriz. Ve İzmir'de bu şehirde olduğu kadar "öğrenme, bilgi alma" imkanımız olmuyordu hiç bir zaman. Bu yüzden bilginin ne kadar kıymetli ve önemli olduğunun farkındayız. Bu yüzden çok fazla açız belki. Bu yüzden önemsemeyişlerinize bunca tepkiliyiz.


Umarım bir daha bu tarz etkinliklere katıldığımızda -ki olumsuzluklar elbet olacak- olumlu olan şeyler, olumsuzluklara açık ara fark atar.





BU BLOG "NİĞSAAAAN BİİİR" GÜNÜNE TEPKİ AMACIYLA 1 NİSAN'DA AÇILMIŞTIR :)

Bugün kimine göre çeşitli sevimli şakaların ya da sevimsiz eşek şakalarının yapıldığı "şaka günü" kimine göre de hiç bir anlam ifade etmiyor. Hele ki benim ruhum duymaz mesela. Bu yüzden birisi hatırlatmadığı sürece şaka yapılmaya gayet müsait bir sazanım. Ama herşeyi sosyal medyadan takip ettiğimiz için ister istemez facebook ya da twitteri açtığım an hatırlıyorum.Yani hatırlamamak imkansız gibi, hiç bir iletişim ağını kullanmadığım varsayımı haricinde. Bu yüzden fazlasıyla paranoyağım yapılacak şakalara karşı.


Okul yıllarımda her türlü faaliyette "elebaşı" rolünü üstlenen bendeniz, şu "Niğsaaan biiir" olayına oldum olası gıcığım arkadaş. Sırf arkadaşlarıma uyum sağlamak, karşı çıkıp dışlanmamak için boyun eğip, pasif bir militan tadında rol almışımdır hep. Bilinmedik bir günde şaka yapmak daha mantıklı gelmiştir hep. Herkes bir şaka beklentisi içerisindeyken sürprizi kaçıyor işin.


Çok da mağduriyetim vardır bu konuda.


Yıllar önce kendim kadar güvendiğim sevgilimin, beni boynuzladığını iddia eden "bir dost" un dışında her türlü şakayı yemişliğim vardır. O "bir dost" un başına gelenleri burada gündeme getirmek istemiyorum, "bence kimse yerinde olmak istemezdi" diyerek geçiştiriyorum. 


Bu şakaların beni ağlatmışlığı da vardır, güldürmüşlüğü de.


Faşist sayılabilecek bir bünyeye sahip oluşumdan ötürü her takıntı yapılan güne karşı olduğum gibi "Niğsaaan Biiiir" e de karşıyım.


Ama gelgelelim 1 Nisan gününü çok seviyorum. Bana göre ifade ettiği farklı şeyler var.


Kış mevsimiyle aramız doğdum doğalı bozuktur. O yüzden Nisan ayının gelişi, kapıdan baktıran, tedbirsizine kazma kürek yaktıran Mart ayının da, kış aylarının da bitişidir bana göre. Ama Nisan öyle mi? Baharın gelişinin habercisidir. Öyle cemre oraya düşmüş, buraya düşmüş, şuraya düşmüş pek alakadar etmez beni. Penceremi açtığımda güneş gözümü alıyor mu, dışarıya çıktığımda ılık ılık vuruyor mu üstüme ona bakarım ben. İşte o zaman gelmiştir bahar.


Yıllardır ara vermişliğime inat blogumu bugün açmamın özel sebebi de budur.


Bu blog, "Niğsaaaan Biiiir" e tepki amacıyla -özellikle kendime- 1 Nisan'ı hatırlatmak amacıyla bugün açılmıştır.